
Tarih
“Kendimi, Tanrı'nın iradesini yerine getiren biri olarak görüyorum — Yahudileri ortadan kaldırmakla görevlendirilmiş biri olarak.”
Adolf Hitler, 20 Nisan 1889’da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde yer alan Braunau am Inn kasabasında dünyaya geldi. Kasaba, Almanya sınırına çok yakın olup, Adolf’un Alman kimliğine duyduğu bağlılığın sembolik başlangıç noktalarından biri olarak kabul edilir.
Hitler’in babası Alois Hitler, 1837 doğumluydu ve Avusturya’da gümrük memurluğu yapıyordu. Alois’in yaşamı ve soy geçmişi, Adolf Hitler’in aile yapısını anlamak açısından dikkat çekicidir. Alois, evlilik dışı bir çocuk olarak dünyaya geldi. Doğum kaydına göre annesi Maria Schicklgruber idi ve babasının kimliği belirtilmemişti. Bu nedenle Alois, 39 yaşına kadar annesinin soyadı olan Schicklgruber’i taşıdı.
1876 yılında, Alois’in soyadı değiştirildi. Annesinin sonraki evliliğinden olan üvey babası Johann Georg Hiedler, geç de olsa Alois’in yasal babası olarak kayıtlara geçirildi. Ancak bu işlem resmi belgelerde rahip aracılığıyla yapıldığından, Hiedler soyadı yanlışlıkla “Hitler” olarak kaydedildi. Bu yazım hatası, daha sonra Adolf’un taşıyacağı soyadı oldu.
Hitler’in soy ağacına dair en çok tartışılan konu, baba tarafından gelen kökenlerinin belirsizliği ve Yahudi kökenli olup olmadığına ilişkin spekülasyonlardır. Hitler’in büyükannesi Maria Schicklgruber, Adolf’un babası Alois’e hamileyken Graz kentinde bir Yahudi ailesinin yanında hizmetçi olarak çalışıyordu. Bu durum, bazı tarihçilerin Alois’in babasının bir Yahudi olabileceğini öne sürmesine neden olmuştur. Özellikle Sovyet propagandası bu iddiayı II. Dünya Savaşı sırasında sıkça işlemiştir.
Ancak bu iddiaların hiçbirinin tarihsel olarak kanıtlanmış bir temeli yoktur. Ünlü Amerikalı gazeteci ve tarihçi William L. Shirer, "The Rise and Fall of the Third Reich" (Üçüncü Reich’ın Yükselişi ve Çöküşü) adlı eserinde, Hitler’in ailesinin Waldviertel bölgesinden, ormanlık, dağlık ve oldukça izole bir kırsal çevreden geldiğini aktarır. Aynı şekilde, Ian Kershaw da Hitler’in Yahudi kökenli olduğuna dair iddiaların büyük ölçüde söylentiye dayandığını ve Hitler’in ideolojik çizgisine zarar vermek amacıyla kullanıldığını belirtir.
Sonuç olarak, Adolf Hitler’in soy geçmişi konusunda bazı belirsizlikler olsa da, Yahudi kökenli olduğuna dair teoriler tarihsel belgelerle doğrulanmamıştır. Buna rağmen bu söylentiler, hem Hitler’in iktidarı döneminde hem de sonraki yıllarda geniş yankı uyandırmış, ırkçı ideolojisinin içsel çelişkileri açısından dikkat çekici bulunmuştur.
Alois Hitler'in işi nedeniyle aile Braunau'dan Passau'ya, oradan Lambach'a, ardından Leonding'e ve son olarak Linz'e taşındı. Adolf Hitler, sık sık değiştirdiği okullarında öğretmenleri tarafından iyi bir öğrenci olarak tanımlansa da, Linz'deki altıncı sınıfında (1900-1901) derslerini geçemedi ve sınıfı tekrarlamak zorunda kaldı. Öğretmenlerine göre bunun sebebi, Hitler'in ders çalışmaya istekli olmamasıydı. Ancak Hitler daha sonra, sınıfta kalmasının babası Alois’e karşı geliştirdiği dirençten kaynaklandığını öne sürdü. Çünkü babası onun kendi gibi gümrük memuru olmasını istiyordu, oysa Adolf ressam olmak istiyordu.
Adolf'un sanata olan ilgisine rağmen resimleri yeterince beğenilmedi ve kendisini "anlaşılamayan bir sanatçı" olarak görmeye başladı. Her şeye rağmen, Adolf 13 yaşındayken, 3 Ocak 1903'te babasının ölümünün ardından yeniden okula döndü. Ancak 16 yaşında, mezun olamadan ve herhangi bir alanda diploma alamadan okulu bıraktı.
1905 yılına gelindiğinde, babasız bir şekilde annesi Klara Hitler'in desteğiyle hayatına devam ediyordu. 1907 ve 1908 yıllarında başvurduğu Viyana Güzel Sanatlar Akademisi tarafından, "resim yapmaya uygun değil" gerekçesiyle iki kez reddedildi.
Daha sonra yazdığı kitabında Hitler, ressamlıkla ilgili şu sözleri yazdı:
"Amacım Saray Müzesi'ndeki resim galerisinde çalışmaktı. Ancak müze dışındaki her şeye ilgim vardı. Sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar bir şeyden başka bir şeye ilgi duyuyordum. Fakat en çok ilgimi her zaman inşaatlar çekmiştir." (Kavgam, 2. Bölüm, 3. paragraf)
Okulun rektörünün tavsiyesiyle mimarlık yoluna yönelmesi gerektiğine ikna oldu. Fakat bu alan hem çok yorucuydu hem de Hitler'in ne lise diploması ne de başka bir eğitimi bulunmadığı için bu arzusunu sürdüremedi.
1909 yılına gelindiğinde, Adolf Hitler artık yoksulluk sınırında yaşıyor, Viyana’da bir evsizler barınağında kalıyordu. Ertesi yıl, işçilerin barındığı ucuz bir eve taşındı. Geçimini sağlamak için Viyana’nın sokaklarını, binalarını ve manzaralarını resmediyor; yaptığı suluboya tabloları turistlere satıyordu. Bazı biyografi yazarları, Hitler’in bu dönemde yaptığı satışlarda Yahudi kökenli August Kubizek ve Reinhold Hanisch gibi kişilerin yardımlarının önemli rol oynadığını belirtir.
Viyana’daki yıllar, Hitler’in dünya görüşünü ve ideolojik yönelimini büyük ölçüde şekillendirdi. Şehirde yoğun bir Yahudi nüfusu bulunuyordu. Doğu Avrupa’dan gelen göçmen Yahudiler ve geleneksel Ortodoks Yahudiler, Hitler’in dikkatini çekti. Bu ortamda antisemitik yayınlarla karşılaşan Hitler, zamanla ırkçı düşünceleri benimsedi. Özellikle Ari ırkı yücelten ve Yahudileri şeytani bir güç olarak gösteren Lanz von Liebenfels’in yazılarından derinlemesine etkilendi.
Hitler daha sonra Yahudileri, Aryan ırkının doğal düşmanı ve Avusturya'daki sosyal ve ekonomik kargaşanın temel sorumlusu olarak göstermeye başladı. Bu dönemde geliştirdiği bazı düşünceler ve açıklamalar, akıl dışı bir hal alıyordu. Örneğin, ergenliğinde çıkan sivilcelerini “görünmeyen bir Yahudi büyüsüne” bağladığı anlatılır. Yıllar sonra Hitler’in yakın çevresinde bulunan bir tanığın aktardığına göre, “Führer’in canı sıkıldığında hepimiz bilirdik ki, birkaç Yahudi rastgele seçilecek ve kurşuna dizilecekti.”
Mayıs 1913’te, babasından kalan mirasın bir kısmını alan Hitler, uzun süredir yaşamak istediği Münih’e taşındı. Burada mimarlık ilgisini sürdürdü ve Aryan ırkı üzerine yazılar kaleme alan İngiliz yazar Houston Stewart Chamberlain’in görüşlerine ilgi duymaya başladı. Aynı zamanda Avusturya’daki zorunlu askerlik görevinden kaçmış durumdaydı. Ancak kısa bir süre sonra Avusturya makamları tarafından hakkında yakalama kararı çıkarıldı ve Münih’te tutuklandı. Askeri muayenede fiziksel olarak yeterli olmadığını belirterek orduya alınmaması için yalvardı. Sonunda askerlikten muaf tutuldu ve Münih’e geri dönmesine izin verildi.
Her şeye rağmen, Almanya 1914 yılında I. Dünya Savaşı’na girdiğinde, Hitler gönüllü olarak Bavyera ordusuna katıldı. Fransa ve Belçika cephelerinde görev yaptı. 16. Bavyera Rezerv Alayı’nda haberci olarak çalışıyordu; bu görev, onu sürekli cephe hatları arasında tehlikeli bölgelere götürüyor ve düşman ateşiyle doğrudan karşı karşıya bırakıyordu. Bu dönemdeki anılarını çizimlere dönüştürdü ve karikatürleri ordu gazetelerinde yayımlandı.
Gösterdiği cesaret nedeniyle Hitler, iki kez madalya ile ödüllendirildi. Önce II. sınıf Demir Haç, ardından da 1914’te I. sınıf Demir Haç aldı. Bu, onun rütbesindeki bir asker için oldukça sıra dışı bir başarıydı. Ancak Hitler hiçbir zaman terfi edemedi. Bunun nedeni kimi tarihçilere göre Almanya vatandaşı olmaması, kimilerine göre ise liderlik özelliklerinin eksikliğiydi.
Merkez komuta tarafından Hitler’e verilen görevler genellikle tehlikeliydi. Fakat bu görevler aynı zamanda ona ilham veriyor ve yaptığı resimlere konu sağlıyordu. 1916 yılında bacağından yaralandı ancak Mart 1917’de yeniden görevinin başına döndü. Bu yaralanması nedeniyle kendisine “Gazi Rozeti” verildi. Savaş boyunca gösterdiği disiplin ve sadakat, üstleri tarafından da takdirle karşılandı.
Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden kısa bir süre önce, 15 Ekim 1918'de Adolf Hitler, cephede gerçekleşen bir zehirli gaz saldırısı sonucunda geçici körlük yaşadı ve hastaneye kaldırıldı. Bu olay, onun yaşamında dönüm noktası oldu. Tedavi gördüğü dönemde, Almanya’yı kurtarmayı hayatının en büyük amacı olarak benimsediğini sık sık dile getirdi.
Ancak hastanedeki gözlemler farklı bir tablo ortaya koyuyordu. Tedavi sürecinde görevli olan ordu doktoru ve bir psikiyatrist, Hitler’in ruhsal dengesi hakkında ciddi şüpheler taşıyordu. Hazırladıkları raporda, onun insanları yönetmek için gereken psikolojik yeterliliğe sahip olmadığını belirttiler. Hatta dönemin ordu komutanı, "Bu kontrolsüz insanı hiçbir zaman terfi ettirmeyeceğim!" sözleriyle kararlılığını dile getirmişti.
Savaş sonrasında Hitler, orduyla olan ilişkisini koparmadı ve asker olarak görevde kalmaya devam etti. Bu süreçte, "Ulusal Düşünce" olarak bilinen Eğitim ve Propaganda Birliği tarafından düzenlenen toplantılara Reichswehr (Alman ordusu) grubuyla birlikte katıldı. Toplantıların amacı, Almanya’nın savaşta neden yenildiğini analiz etmek ve bu yenilginin sorumlularını belirlemekti. Zamanla, kamuoyunda bu yenilginin sorumlusu olarak uluslararası Yahudiler ve Weimar Cumhuriyeti’ni yöneten koalisyon partileri suçlandı.
Temmuz 1919'da Hitler, “Aufklärungskommando” (Haber Alma Komandosu) adlı birimde “Verbindungsmann” (bağlantı ajanı / muhbir) olarak görevlendirildi. Bu görevi kapsamında, ordu içindeki radikal görüşlü grupları takip ediyor, özellikle de Alman İşçi Partisi’ni (DAP) inceliyordu. Görevi, bu tür oluşumlara sızmak ve yöneticilerini analiz etmekti.
Hitler, partiyi araştırırken, partinin kurucularından biri olan Anton Drexler’in Yahudi karşıtı, milliyetçi ve anti-Marksist fikirlerinden etkilendi. Kısa sürede partiye katıldı ve aktif rol almaya başladı. Partide bulunduğu süre boyunca, üst düzey yöneticilerden biri olan Dietrich Eckart ile tanıştı. Eckart, kısa sürede Hitler’in akıl hocası haline geldi. Ona sadece siyasi ideoloji değil; aynı zamanda nasıl giyinmesi, nerede nasıl konuşması gerektiği gibi konularda da yol gösterdi.
Dietrich Eckart’ın geniş çevresi sayesinde Hitler, dönemin önemli isimleriyle tanışma fırsatı buldu ve sosyal çevresini hızla genişletti. Hitler, daha sonra yazdığı Mein Kampf (Kavgam) adlı kitabının ikinci cildini Eckart’a ithaf etti ve onun kendisi üzerindeki etkisini açıkça kabul etti.
1920 yılında Adolf Hitler, orduyla olan resmî görevinden ayrıldı ve tüm zamanını Alman İşçi Partisi’ne adadı. 1921'in başlarında, özellikle kalabalıklar önünde yaptığı etkileyici konuşmalar sayesinde dikkat çekmeye başladı. Şubat ayında Münih'te gerçekleşen bir toplantıda yaklaşık altı bin kişiye hitap etti. Bu büyük kalabalığı toplamak için önceden iki kamyon dolusu afiş bastırıp şehir geneline dağıttırmıştı. Marksistlere, Yahudilere ve rakip siyasi figürlere yönelik sert söylemleriyle adını duyurmaya başladı; şöhreti hızla yayıldı.
Partinin merkezi Münih’teydi ve üye sayısı her geçen gün artıyordu. Hatta yüksek rütbeli ordu mensupları dahi partiye katılmaya başlamıştı. Almanya’da demokratik değerlere ve Marksist ideolojilere karşı gelişen tepkiyle birlikte Hitler, bu hareketin öncüsü olarak öne çıktı. Partideki enerjisi, konuşmaları ve kararlılığı, üyeler üzerinde derin bir etki yarattı. 1921 yazında, Hitler bazı nasyonalist üyelerle birlikte Berlin’e bir ziyaret gerçekleştirdi. Ancak bu seyahati sırasında partide beklenmedik bir gelişme yaşandı: liderlik değişmiş ve partinin başına yeni bir komite geçmişti.
Yeni yönetim, Hitler’in otoriter tutumundan rahatsız olmuş ve onun etkisini azaltmak için Augsburg’dan destekçilerini çağırmıştı. Bu gelişme üzerine Hitler hemen Münih’e döndü. 11 Temmuz 1921’de, kararlı bir hamleyle partiden istifa etti. Bu karar partide büyük bir şok yarattı; çünkü herkes, partinin Hitler olmadan etkisiz kalacağını fark etmişti.
Hitler, partiden ayrıldıktan sonra geri dönmeyi teklif etti ancak bir şartla: kendisine tam yetki verilmesini, yani partinin mutlak lideri olmasını talep etti. Başta bu teklife sıcak bakmayan parti kurucusu Anton Drexler ve diğer komite üyeleri, sonunda geri adım attı ve meseleyi oylamaya sundular. Yapılan oylamada Hitler 543 oyla kabul edildi; yalnızca bir kişi red oyu kullandı. 29 Temmuz 1921’de Adolf Hitler, partinin tartışmasız lideri yani "Führer" ilan edildi.
Bu gelişmenin ardından, partinin adı değiştirildi: artık "Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi" (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei – NSDAP) adını almıştı. Hitler, liderliğe gelir gelmez Yahudilere, sosyal demokratlara, liberallere, monarşistlere, kapitalistlere ve komünistlere sert saldırılar yöneltmeye başladı. Partinin yeni yapılanmasında Hitler’i ilk destekleyenler arasında Rudolf Hess, Ernst Röhm ve eski savaş pilotu Hermann Göring bulunuyordu. Bu isimler kısa sürede partinin üst kademelerinde yerlerini aldı ve özellikle mitinglerde güvenliği sağlamakla görevli oldular.
Hitler artık sadece parti lideri değil, Münih’te önemli bir figürdü. Eski savaş generali Erich Ludendorff ile görüşmeler yapmaya başlaması, onun giderek daha ciddi bir siyasi güç haline geldiğini gösteriyordu.
Aldığı yoğun destekten cesaret bulan Adolf Hitler, İtalya’da Benito Mussolini’nin Roma’da iktidarı ele geçirdiği gibi, kendisi de Almanya’da benzer bir güç gösterisi yapma hayaline kapıldı. Hedefi, destekçileriyle birlikte Berlin’de iktidarı ele geçirmekti. Bu girişim tarihe “Beer Hall Putsch” (Bira Salonu Darbe Girişimi) olarak geçti. Hitler ve eski savaş kahramanı General Erich Ludendorff, o dönem Bavyera’nın lideri olan Gustav Ritter von Kahr’ın da desteğini alarak harekete geçtiler. Planları, Bavyera polisi ve ordusuyla birlikte Berlin’e yürüyüp merkezi hükümeti devirmekti.
8 Kasım 1923’te Münih’teki Bürgerbräukeller adlı bir bira salonunda büyük bir toplantı düzenlendi. Ancak beklenmedik bir şekilde von Kahr ve ordu temsilcileri son anda Hitler'e olan desteklerini çektiler. Bu durum Hitler için tam anlamıyla bir şoktu. Öfkelenen Hitler, desteklerini geri çeken liderleri derhal salonda tutuklattı ve darbe girişimine devam etmeye karar verdi.
Ancak Hitler’in haberi olmadan Ludendorff, tutuklananları gece saatlerinde serbest bıraktı. Darbeciler sabaha kadar plan yapmaya devam etti. Ertesi sabah, Naziler Münih sokaklarında yürüyüşe geçti ve Bavyera Savaş Bakanlığı’na doğru harekete geçtiler. Amaçları hükümeti devirmekti. Fakat bu girişim başarısız oldu.
Bavyera ordusu, darbecileri hızla bastırdı. Çatışmalar sırasında birkaç Nazi öldürüldü ve Ludendorff hafif şekilde yaralandı. Hitler’in Berlin’e yürüyerek iktidarı ele geçirme hayali bu olayla birlikte sona erdi. Beer Hall Putsch, Hitler’in ilk büyük siyasi başarısızlığı olarak tarihe geçti.
Hitler, başarısız Beer Hall Putsch girişiminin ardından Münih’in dışındaki Uffing kasabasında yaşayan yakın dostu Ernst Hanfstaengl’ın evine sığındı. Bu dönemde ciddi bir ruhsal çöküntü yaşadı. Defalarca intiharı düşündü ve hatta girişimlerde bulundu. Ancak Hanfstaengl ve eşi Helene, Hitler’in hayatına son vermesini engellediler.
Bu süreçte Hitler, partideki liderliğini kaybetti. Yerine Alfred Rosenberg getirildi. Kısa süre sonra vatan hainliği suçlamasıyla tutuklandı. Mahkeme sürecinde sulh yargıçları, Hitler’in duruşmaları propaganda kürsüsüne çevirmesine göz yumdu. İlk defa düşüncelerini geniş kitlelere duyurabildi ve saatlerce süren konuşmalar yaptı. 1 Nisan 1924’te beş yıl hapis cezasına çarptırılarak Landsberg Hapishanesi’ne gönderildi.
Hapishanede gardiyanlar tarafından iyi muamele gördü ve yüzlerce hayranından mektup aldı. Bu süreçte, siyasi manifestosu olan Mein Kampf (Kavgam) adlı kitabını yazdı. Kitap, otobiyografik unsurların yanı sıra politik ideolojisini içeriyordu. Eseri, akıl hocası Dietrich Eckart’a ithaf etti. Kitabın ilk cildi 1925, ikinci cildi ise 1926’da yayımlandı. Ancak o yıllarda fazla ilgi görmedi.
İyi hali nedeniyle tehlikesiz biri olarak değerlendirilen Hitler, 20 Aralık 1924’te serbest bırakıldı. Serbest kaldığında Almanya'nın politik atmosferi bir miktar yatışmış, ekonomik durum da görece düzelmişti. Ancak Hitler, küçülmüş olan partisinin başına yeniden geçti ve partiyi büyütmek için çalışmalara başladı.
Darbe girişimi nedeniyle kamuoyunun dikkatini çekmişti ve üzerindeki ilgi artarak devam etti. Buna rağmen partinin merkezini Münih’te tutmayı başardı. Partiyi kuzeye doğru genişletmek amacıyla Julius Streicher’in yönetimindeki, Nuremberg kökenli Wistrich grubunu saflarına kattı. Hitler’in kamuya açık konuşmaları yasaklandığından, partinin kuzey organizasyonunu yürütmesi için Gregor Strasser’e yetki verdi. Böylece parti, eski gücüne kavuşmak adına yeniden yapılandırılmaya başlandı.
Adolf Hitler’in siyasi çabaları meyvesini vermeye başlamıştı. Onu bu mücadeleye iten en büyük etken, şüphesiz 1919 tarihli Versay Antlaşması’ydı. Antlaşma hükümlerinin Almanya’yı küçük düşürdüğüne inanan Hitler’in içindeki milliyetçi duygular zamanla öfkeye dönüştü. Antlaşma gereği Almanya, Avrupa’daki birçok ekonomik açıdan stratejik bölgeyi, kolonilerini ve doğal kaynaklarını kaybetmişti. Bununla da kalmayıp, savaştan sorumlu olduğunu kabul ederek 32 milyar mark gibi ağır bir savaş tazminatını ödemeyi taahhüt etmek zorunda kalmıştı. Almanya’nın ulusal gururu yerle bir olmuştu.
Bu koşullardan sonra Hitler, tüm siyasi kozlarını oynamaya karar verdi. Toplumun büyük çoğunluğu antlaşmanın şartlarının utanç verici ve haksız olduğu konusunda hemfikirdi. Naziler, bu kötü durumun sorumluluğunu Yahudilere yüklemeye çalıştı. Ancak bu taktik başlangıçta pek etkili olmadı. Bunun üzerine Hitler strateji değişikliğine gitti ve ülkeyi yöneten Weimar Cumhuriyeti’nin başarısızlıklarına dikkat çekmeye başladı. Yahudi karşıtı söylemlerini, hükümeti oluşturan diğer partilerle ilişkilendirerek pekiştirmeye çalıştı.
Darbeyle iktidarı ele geçiremeyeceğini anlayan Hitler, bu kez yasal yollarla hükümeti devirmeyi hedefledi. Planı, cumhuriyetin değerlerine ve kanunlarına bağlı kalarak önce siyasi güç toplamak, ardından hükümetin içinde basamak basamak yükselip son aşamada sistemi diktatörlüğe dönüştürmekti. Ancak bu strateji partide herkes tarafından desteklenmedi. Hitler’in en yakın dostlarından biri olan ve SA’nın liderliğini yapan Ernst Röhm, bu yaklaşımı gereksiz buldu ve desteklemeyeceğini açıklayarak bir süreliğine Bolivya’ya gitti.
Hitler’in siyasi kariyerinde asıl kırılma noktası, 1930 yılında Almanya’yı sarsan büyük ekonomik krizle geldi. Kriz sonrasında Weimar Cumhuriyeti iktidara gelirken, Naziler ve komünistler sistemi hedef almaya başladı. Demokratik koalisyonu oluşturan büyük partiler parlamenter sisteme sadık kalmaya çalışırken, bazı azınlık bakanlar hükümet içinde daha fazla yetki talep etti. Katolik Merkez Partisi’nden Heinrich Brüning, çoğunluğu elde edemeyince Cumhurbaşkanı’ndan olağanüstü kararnamelerle yönetim talep etti. Başta geçici bir uygulama olarak görülse de bu yöntem giderek norm haline geldi ve demokratik yapıyı zayıflattı.
Eylül 1930 seçimlerinde cumhuriyet yanlısı partiler büyük oy kaybına uğradı ve koalisyon çöktü. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) ise oyların %18’inden fazlasını alarak mecliste 107 sandalye kazandı ve ülkenin ikinci büyük partisi konumuna geldi.
Brüning ve partisinin halka yönelik ekonomik vaatleri yeterli karşılık bulmazken, Hitler’in hitabeti ve net vizyonu büyük ilgi gördü. Hitler özellikle çiftçiler, savaş gazileri, işsizler ve ekonomik krizden etkilenen geniş halk kesimlerine doğrudan seslendi ve onların desteğini kazandı.
Her şey hızla ilerlerken, Münih’ten gelen bir haber Adolf Hitler’i derinden sarstı. Hitler’in yeğeni Geli Raubal, 18 Eylül 1931 günü evinin yatak odasında ölü bulundu. Geli, Hitler’in üvey kız kardeşi Angela’nın kızıydı ve bir dönem, 1929 yılına kadar, Hitler’le birlikte Münih’te aynı evde yaşamışlardı. Hitler’den 19 yaş küçük olan Geli ile arasında alışılmışın dışında, karmaşık ve tartışmalı bir ilişki olduğu iddia edildi.
Bu ilişkide Geli'nin, Hitler’in çizdiği resimler için modellik yaptığı ve zamanla aralarında yarı-ensest denilebilecek duygusal bir bağ oluştuğu ileri sürülmüştü. Ancak Hitler, politik sahnede daha fazla görünür hale geldikçe bu ilişkinin kamuoyuna yansımaması adına Geli ile arasına mesafe koymaya başladı. İlişki giderek gerginleşti, özellikle Eva Braun’un hayatına girmesiyle beraber sorunlar daha da büyüdü.
18 Eylül 1931 tarihinde Geli ile Hitler arasında telefon üzerinden sert bir tartışma yaşandığı biliniyor. Bu tartışmadan kısa süre sonra Geli, yatak odasında havluya sarılı bir revolver ile göğsünden vurulmuş şekilde ölü bulundu. Resmi rapora göre ölüm nedeni intihardı. Ancak olayın ardından bazı çevrelerde, özellikle SS lideri Heinrich Himmler’in bu olayda rolü olduğu yönünde spekülasyonlar ortaya atıldı.
1932 cumhurbaşkanlığı seçimleri, Adolf Hitler için önemli bir dönüm noktasıydı. Hitler, yaşlı Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’a karşı adaylığını koydu. Ancak o dönemde Hitler, henüz Alman vatandaşı değildi. Almanya’ya 1913 yılında Avusturya’dan gelmişti ve vatandaşlık hakkı bulunmadığından kamu görevlerinde yer alamıyordu.
Buna rağmen Şubat 1932’de Nazi Partisi'nin etkin olduğu Brunswick hükümeti, Hitler’i sembolik bir idari göreve atayarak ona Alman vatandaşlığı kazandırdı. Vatandaşlık kazanmasının hemen ardından cumhurbaşkanlığına aday oldu. Karşısında ise, ülkenin farklı kesimlerinin – milliyetçilerin, monarşistlerin, Katoliklerin, cumhuriyetçilerin ve hatta bazı sosyal demokratların – desteğini almış olan Paul von Hindenburg vardı.
Hitler’in seçim kampanyasının adı “Hitler über Deutschland” (Hitler Almanya’nın Üzerinde) idi. Bu slogan iki anlam taşıyordu: İlki, Hitler’in Almanya’nın üzerinde egemen bir güç olacağına gönderme yapıyordu; ikincisi ise, kampanyasını uçakla ülkenin farklı şehirlerine ulaşarak yürütmesiydi. Bu yenilikçi yöntem sayesinde, Hitler bir gün içinde birden fazla şehirde konuşma yapabiliyordu ve bu da geniş halk kitlelerine ulaşmasında etkili oldu.
Seçim iki turlu gerçekleşti. Her iki turda da Hitler oyların %35’inden fazlasını alarak ikinci oldu, ancak seçimi kaybetti. Buna rağmen büyük bir kitleye ulaşmayı başardı ve siyaset sahnesinde ciddi bir alternatif olduğunu kanıtladı. Seçimlerin ardından Cumhurbaşkanı Hindenburg, Başbakan Heinrich Brüning’e karşı giderek mesafeli bir tavır takınmaya başladı. Yakın çevresinin de etkisiyle Brüning’in politikalarından tamamen soğuyan Hindenburg, hükümeti sağa yönlendirmeye karar verdi. Bu süreç, Mayıs 1932’de Brüning hükümetinin toplu istifasına yol açtı.
Seçimlerin ardından Cumhurbaşkanı Hindenburg, Franz von Papen’i başbakan olarak atadı. Hedefi, aristokratlardan oluşan bir kabine kurmaktı. Ancak Papen, yalnızca Ulusal Alman Halk Partisi (DNVP) tarafından destekleniyordu ve mecliste yeterli çoğunluğa sahip değildi. Bu nedenle Hindenburg, Temmuz ayında erken seçim kararı aldı.
Temmuz 1932 seçimleri, Nazi Partisi için tarihi bir başarıya dönüştü. NSDAP mecliste tam 230 sandalye kazanarak en büyük parti haline geldi. Bu durum, Hitler’in siyasi gücünü daha da artırdı. Papen, Hitler’i başbakan yardımcısı olmaya ikna etmeye çalıştı ve partiyi hükümete parlementer yoldan dahil etmek için görüşmeler başlattı. Ancak Hitler bu teklifi reddetti. Kendisini, Almanya'nın en büyük partisinin lideri olarak yalnızca başbakanlık makamına layık gördüğünü belirtti. Bu isteği, Hindenburg tarafından defalarca geri çevrildi. Cumhurbaşkanı, kurallara uymayan bir askerin başbakan olmasına karşıydı.
Mecliste artan kriz ve karışıklık nedeniyle Kasım 1932'de bir kez daha seçimlere gidildi. Bu kez Nazi Partisi oy kaybetti, ancak yine de meclisteki en büyük parti konumunu korudu. Papen’in siyasi ağırlığı zayıflarken, meclisi tekrar dağıtıp belirsiz bir tarihte seçim yapma önerisinde bulundu. Başlangıçta Hindenburg bu fikre sıcak baktı, ancak General Kurt von Schleicher’in ordu desteğini geri çekmesiyle bu plan çöktü. Sonuç olarak Papen görevden alındı ve yerine Schleicher getirildi.
Schleicher’in stratejisi, demokratları, sendikaları ve Nazi Partisi içindeki Gregor Strasser liderliğindeki muhalif kanadı kendi tarafına çekmekti. Ancak Ocak 1933’e gelindiğinde bu girişimlerden beklenen sonuç alınamadı. Schleicher başarısız oldu ve Papen, Hitler’in başbakan olmasını öngören planını tekrar gündeme getirdi. Hindenburg, sonunda bu öneriye ikna oldu.
30 Ocak 1933’te Adolf Hitler, Ulusal Alman Halk Partisi ile yapılan koalisyon çerçevesinde Almanya Şansölyesi (Başbakanı) olarak atandı. Franz von Papen başbakan yardımcılığına, DNVP lideri Alfred Hugenberg ise ekonomi bakanlığına getirildi. Papen, Hitler’i sembolik bir figür olarak görüp gerçek kontrolü perde arkasından yürütmeyi planlıyordu. Ancak Naziler, hükümetin kilit noktalarına yerleşmeyi başardılar. Özellikle en önemli bakanlıklardan biri olan İçişleri Bakanlığı’nı ele geçirmeleri, iktidarı fiilen devralmalarının yolunu açtı.
Adolf Hitler başbakan olduktan sonra siyasi gücünü hızla göstermeye başladı. Mecliste çoğunluğu elde etmek isteyen grupları sürekli engelleyerek, Cumhurbaşkanı Hindenburg’a meclisin feshedilmesini ve seçimlere gidilmesini önerdi. Hindenburg bu kez öneriyi kabul etti ve seçim tarihi olarak Mart ayı belirlendi. Ancak seçimlerden yalnızca birkaç hafta önce, Reichstag binasında büyük bir yangın çıktı. Farklı kesimler birbirini suçlasa da yangının kesin nedeni hiçbir zaman ortaya çıkarılamadı.
Naziler seçim kampanyaları sırasında devlet kaynaklarını kullanarak yoğun bir anti-komünist propaganda yürüttüler. 6 Mart 1933’te yapılan seçimlerde oy oranlarını %43.9’a yükselttiler. Mecliste hâlâ en büyük parti olsalar da salt çoğunluğu elde edemedikleri için Ulusal Alman Halk Partisi ile yeniden koalisyon kurmak zorunda kaldılar.
21 Mart 1933’te yeni meclis, Potsdam Garnizon Kilisesi’nde görkemli bir törenle açıldı. Hitler sade bir palto giymişti ve yaşlanan Cumhurbaşkanı Hindenburg’u büyük bir tevazu ile karşıladı. Almanya’yı hayalindeki düzene kavuşturma hedefiyle hareket eden Hitler, her geçen gün amacına daha da yaklaşıyordu.
23 Mart 1933’te meclis, yeni yasa tasarıları nedeniyle başka bir binaya taşınmak zorunda kaldı. Bu dönemde Nazi paramiliter gücü olan Sturmabteilung (SA) lideri Ernst Röhm, meclisin ve üyelerinin güvenliğini sağlamakla görevlendirildi. Ardından kabul edilen yasayla, tüm yetkiler yasal olarak Hitler’in eline geçti. Sosyal Demokratlar ve Komünist Parti yasaklandı; diğer siyasi partiler ise birer birer dağıldı. Sendikalar ve işveren birlikleri, Nazi kontrolündeki yapılar altında birleştirildi.
Hitler, artık dilediği her şeyi gerçekleştirecek güce ulaşmıştı. Ancak SA’nın gittikçe büyümesi ve Röhm’ün artan hırsları, kamuoyunda ve siyasi çevrelerde rahatsızlık yaratıyordu. 3 milyondan fazla üyeye ulaşan SA, Hitler’in otoritesini tehdit eden bir güç haline geldi. Röhm, Almanya’nın en korkulan isimlerinden biri olmuştu.
Bu gelişmeler karşısında Hitler, en yakın adamları SS lideri Heinrich Himmler, Propaganda Bakanı Joseph Goebbels ve Hermann Göring ile birlikte harekete geçti. Röhm, Hitler’in erken dönemlerinden itibaren sadık bir destekçiydi ve Beer Hall Putsch gibi olaylarda onunla birlikte hareket etmişti. Ancak artık tehlikeli bir figürdü.
30 Haziran 1934 gecesi başlayan "Uzun Bıçaklar Gecesi" (Nacht der langen Messer) operasyonuyla, Hitler tüm SA liderlerini ortadan kaldırmak için düğmeye bastı. Ernst Röhm ve diğer SA önde gelenleri, Münih yakınlarındaki Bad Wiessee kasabasında bir otelde toplantıya çağrıldı. Heinrich Himmler’in komutasındaki SS birlikleri ve Hermann Göring’in kuvvetleri otele baskın düzenleyerek Röhm ve diğerlerini tutukladı.
Kısa bir süre sonra, 2 Ağustos 1934’te Cumhurbaşkanı Hindenburg hayatını kaybetti. Yeni bir seçim yapılmadı; bunun yerine Hitler’in bakanları, özel bir yasayla Adolf Hitler’i “Führer und Reichskanzler” yani hem devlet başkanı hem başbakan olarak atadı. Bu yetkiyle birlikte Hitler, Alman ordusunun da başkomutanı oldu. Artık anayasa ya da yasa değil, doğrudan Hitler’e sadakat yemini eden bir ordu vardı. Onu yasal yollardan iktidardan indirmek mümkün değildi. Adolf Hitler, Almanya'nın mutlak lideriydi.
Adolf Hitler, Almanya tarihinin en büyük sanayi atılımını gerçekleştiren liderlerden biri olarak öne çıktı. Toplumu bireysel düzeyde şekillendirme konusunda önemli adımlar atıldı. Ordu, kısa sürede güçlü ve disiplinli bir yapıya kavuşturuldu. Nazi ideolojisine göre kadınlar, ev işleri, annelik ve eş olmakla tanımlandı. "Kadının dünyası; kocası, çocukları ve evi olmalı" anlayışı benimsendi. Erkekler ise evin geçimini sağlayan, çalışan ve üreten bireyler olarak görülüyordu.
İnşaat sektöründe de büyük gelişmeler kaydedildi. Yüzlerce kilometrelik otobanlar, dev barajlar ve demiryolları inşa edildi. Bu projeler, büyük bir istihdam alanı yarattı. Hitler döneminde işsizlik, Weimar Cumhuriyeti zamanına kıyasla %25 oranında azaldı. Halkın yaşam kalitesi yükseldi ve bu da Hitler’e olan desteği artırdı.
Toplumsal denetim Gestapo ve SS birimlerine verilmişti. Bu gizli polis örgütü, yalnızca siyasi muhalifleri değil, çalışmayan, toplum dışına itilmiş erkekleri, komünistleri ve Yahudi vatandaşları da hedef aldı. Nazi rejimi, tüm muhalif unsurları sistemli şekilde susturmakla kalmadı, aynı zamanda toplumda korku ile otorite kurdu.
Nazi Almanyası’nda ırk politikaları 1930’lu yılların ortalarında yasalarla kurumsallaştırıldı. 1935’te yürürlüğe giren Nuremberg Yasaları, Yahudiler’in Alman vatandaşlığını ellerinden aldı. Devlet memurluğu gibi birçok meslekten men edildiler. Yahudi vatandaşlara, ikinci bir isim almaları ve üzerlerinde “J” harfi içeren bir işaret taşımaları zorunlu hale getirildi. Bu uygulamalar, toplumdaki Yahudi varlığını görünür ve dışlanabilir kılmayı amaçlıyordu.
Zorlayıcı bu politikalar sonucunda Yahudi nüfusu Almanya’dan göç etmeye başladı. Ancak zulüm giderek daha şiddetli bir hâl aldı. 1938 yılında Joseph Goebbels’in yönettiği büyük bir kampanya ile Yahudi işletmeleri kapatıldı, sinagoglar yakıldı ve sokak gösterileriyle linç olayları yaşandı. Bu süreçte yüzlerce insan hayatını kaybetti. 1938 Kasım’ı ile 1939 Eylül’ü arasında yaklaşık 180.000 Yahudi ülkeyi terk etti. Göç edenlerin mülklerine Naziler tarafından el konuldu.
1930’ların sonlarına gelindiğinde, Propaganda Bakanlığı başkanı Joseph Goebbels öncülüğünde Yahudi karşıtı düşünceler yaygınlaştırıldı. 1941 yılına gelindiğinde Yahudiler, sarı renkte Davut Yıldızı arması taşımaya zorlandı. Bu, yalnızlaştırma ve toplumdan tamamen dışlama politikasının sembolü haline geldi.
1939 ile 1945 yılları arasında Nazi Almanyası, Schutzstaffel (SS) birlikleri aracılığıyla toplama kamplarında, gettolarda ve infaz alanlarında sistematik olarak 6 milyon Yahudi olmak üzere toplamda yaklaşık 11 milyon insanı katletti. Bu katliamların en yaygın yöntemleri arasında gaz odalarında boğulma, açlıktan ölüme terk edilme, fırınlarda yakılma, kurşuna dizilme ve insanlık dışı laboratuvar deneylerine maruz kalma yer alıyordu. Katliamın kurbanları yalnızca Yahudilerle sınırlı değildi; yaklaşık 3 milyon Polonyalı sivil, komünistler, rejime karşı çıkanlar, eşcinseller, fiziksel ve zihinsel engelliler, muhalif din adamları, Sovyet savaş esirleri ve psikiyatrik hastalar da bu korkunç mekanizmanın hedefi oldu.
Adolf Hitler, bu sistematik yok etme sürecini endüstriyel bir yapı olarak tasarlamış ve uygulamaya koymuştu. Tarihte bu soykırım "The Holocaust" (Soykırım ya da Büyük Tahribat) adıyla anılmaktadır. Bu insanlık dışı planların mimarı Heinrich Himmler’di. Emirleri o verdi, uygulamayı ise SS birlikleri gerçekleştirdi. Einsatzgruppen olarak bilinen özel birliklerin ana görevi, işgal edilen topraklardaki Yahudileri ve Romanları ortadan kaldırmaktı.
1941 sonbaharında Himmler ve Hitler, kitlesel imhalar için gaz odalarının kullanılmasına karar verdi. 20 Ocak 1942’de, Berlin’de gerçekleştirilen Wannsee Konferansı’nda, soykırımın sistematik çerçevesi şekillendirildi. Toplama kamplarının kurucularından Reinhard Heydrich ve Dachau kampı komutanı Adolf Eichmann bu toplantıda yer aldı. Konferansta, toplama kamplarına gönderilen insanların nasıl "yok edileceği" tartışıldı. Sadece birkaç gün sonra, 22 Şubat’ta, Hitler’in yakın çevresine “Sağlığımızı sadece Yahudileri ortadan kaldırarak geri kazanabiliriz” dediği rapor edildi.
12 Mart 1938'de Hitler, Avusturya'ya Almanya ile birleşmesi için baskı yapmaya başladı ve "Anschluss" hareketini başlatıp 14 Mart'ta Viyana'yı işgal etti. Hemen ardından Çekoslavakya'nın Sudetenland bölgelerinde krize neden oldu. Bu kriz de Eylül 1938'de Münih Antlaşması'yla sonuçlandı. Antlaşmaya göre bu bölgeler derhal Almanya'ya verilecekti. Bu eylemden sonra Hitler, Time dergisinin 1938 yılı için "Yılın İnsanı" seçildi. Zamanın İngiltere Başbakanı Chamberlain "Bizim zamanımızda barış" beyanını verdi fakat Hitler artık gücü eline almıştı. İngiltere ve Fransa'nın istedikleri Çekoslavakya'yı otomatikman Hitler'in ellerine bırakmıştı. 15 Mart 1939'da Hitler'in ordusu Prag'a girdi ve Prag Kalesi'nden Bohemya ve Moravya'nın bundan sonra Almanya himayesinde olduğunu duyurdu.
İngiltere, Almanya’nın yayılmacı politikalarına karşı bir denge oluşturmak amacıyla Sovyetler Birliği ile ittifak kurmak istedi. Ancak bu diplomatik girişim, tarafların anlaşamaması nedeniyle başarısız oldu. Ardından, 23 Ağustos 1939’da Adolf Hitler ve Joseph Stalin, kamuoyuna “saldırmazlık paktı” olarak sunulan, ancak perde arkasında Polonya’yı paylaşmayı da içeren gizli bir anlaşma imzaladılar.
Bu anlaşma gereği, Almanya Polonya’nın batısını, Sovyetler ise doğusunu işgal edecekti. Almanya 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırınca, İngiltere ve Fransa verdikleri garantiyi yerine getirerek 3 Eylül’de Almanya’ya savaş ilan etti. 17 Eylül’de Sovyetler de Polonya’nın doğusunu işgal ederek planı tamamladı.
Polonya’nın düşüşüyle birlikte Hitler ordusunu daha da güçlendirdi. Nisan 1940’ta Almanya, Danimarka ve Norveç’i işgal etti. Ardından Fransa, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’a yönelik büyük bir saldırı başlattı. Fransa, 22 Haziran 1940’ta resmen teslim oldu. Bu hızlı zaferler, İtalya lideri Benito Mussolini’yi harekete geçirdi ve Mayıs 1940’ta Almanya ile resmî müttefik olduğunu ilan etti.
Fransa’nın teslimiyetinden sonra İngiltere, Dunkirk’teki birliklerini geri çekerek savunma pozisyonuna geçti. Almanya barış teklifinde bulunsa da Winston Churchill liderliğindeki İngiltere bu teklifi reddetti. Bunun üzerine Hitler, İngiltere’yi hava saldırılarıyla boyun eğdirmeye çalıştı ve İngiltere Savaşı resmen başladı. İlk hedefler, güneydoğudaki Royal Air Force üsleriydi.
Ancak Luftwaffe (Alman hava kuvvetleri), 1940 yılı Ekim ayına kadar sürdürdüğü saldırılarda başarı elde edemedi. Hava üstünlüğünü kazanamayan Almanya, strateji değiştirerek Londra ve Coventry gibi büyük şehirlere yönelik geniş çaplı bombalamalara başladı. Buna rağmen İngiltere teslim olmadı.
22 Haziran 1941’de Hitler, tarihin en büyük askeri harekâtlarından birini başlattı. Üç milyon Alman askeriyle Sovyetler Birliği’ne saldırdı. Böylece Stalin ile yapılan saldırmazlık paktı fiilen sona erdi. Barbarossa Operasyonu adı verilen bu saldırı, Baltık ülkeleri, Belarus ve Ukrayna’nın büyük bölümünün hızla işgal edilmesiyle sonuçlandı. Birçok Sovyet birliği yok edildi.
Ancak Hitler’in “hızlı zafer” planı Moskova önlerinde durma noktasına geldi. Sovyet kışının zorlu koşulları ve Kızıl Ordu’nun kararlı direnişi, Alman ordularını durdurdu. Aynı durum Stalingrad kuşatmasında da yaşandı. Hitler, doğuya yönelik saldırılarında ilk büyük yenilgilerini almaya başladı.
11 Aralık 1941’de Adolf Hitler, Amerika Birleşik Devletleri’ne savaş ilan etti. Böylece Nazi Almanyası, karşısında dünyanın en güçlü üç devletiyle tek başına savaşmaya başladı: Dünyanın en büyük imparatorluğu olan İngiltere, en büyük ekonomik ve endüstriyel güce sahip Amerika Birleşik Devletleri ve en kalabalık ordusuna sahip Sovyetler Birliği.
Mayıs 1942’de SS'in en üst düzey komutanlarından Reinhard Heydrich, İngiltere tarafından eğitilmiş Çek ajanlar tarafından düzenlenen suikast sonucu öldürüldü. Hitler bu olaya çok sert tepki verdi; Lidice katliamı bu misillemelerin yalnızca biriydi.
1942’nin sonlarında Mareşal Erwin Rommel’in komutasındaki Nazi birlikleri, 2. El Alamein Savaşı’nda büyük bir yenilgi aldı. Aynı dönemde Stalingrad’da aylar süren çatışmalar sonunda, Almanya’nın en güçlü birliklerinden biri olan 6. Ordu tamamen yok edildi. Bu iki yenilgi, İkinci Dünya Savaşı'nın seyrini değiştiren dönüm noktaları oldu. Almanya, alışık olmadığı şekilde ağır bir bozguna uğramıştı. Orduda disiplin bozuldu, Hitler’in askerî otoritesi zayıflamaya başladı. Aynı zamanda Almanya’nın ekonomik ve askerî dengesi sarsıldı.
Bu süreçte Hitler’in sağlık durumu da hızla kötüleşti. Günde onlarca ilaç kullandığı, sol elinin kontrolsüzce titremeye başladığı gözlemlendi. Bazı biyografi yazarları bu titremenin Parkinson hastalığının belirtisi olduğunu ileri sürdü. Ayrıca Hitler’in frengi ve “methamphetamine” bağımlılığı olduğu da iddia edilmiştir.
Hitler’in müttefiki Benito Mussolini de, 1943 yılında Sicilya’ya yapılan Husky Harekâtı sonucu Amerikan ve İngiliz birliklerine karşı yenildi. 1943 ve 1944 yıllarında Sovyetler, doğudan Almanya’ya karşı büyük bir baskı kurdu. 6 Haziran 1944’te Batı Müttefikleri, tarihin en büyük amfibi çıkarması olan Overlord Operasyonu ile Fransa’nın kuzey kıyısındaki Normandiya sahillerine çıkarma yaptı.
Almanya içindeki bazı askerî otoriteler, artık yenilginin kaçınılmaz olduğunu düşünmeye başladı. Adolf Hitler’i devirmek için çeşitli planlar yapılmaya başlandı. Bu planlardan biri, Claus von Stauffenberg liderliğinde 20 Temmuz 1944’te hayata geçirildi. Hitler’in Rastenburg’daki karargâhına yerleştirilen bomba patladı, ancak Hitler bu suikast girişiminden sağ kurtuldu. Tepkisi ise 4.900 kişinin infaz edilmesiyle sonuçlandı.
1945 yılı sonlarına doğru, Sovyetler Birliği Kızıl Ordu’su Almanya sınırlarını aşarak Orta Avrupa’ya doğru ilerlemeye başladı. Batı Müttefikleri de batıdan Almanya’ya yaklaşıyordu. Ancak Hitler, tüm bu gelişmelere rağmen, hiçbir batılı devletle barış görüşmesi yapmayacağını açıkladı. Bu inatçı tavır, zaten parçalanmış Alman ordusunun hâlâ direnmeye devam etmesine yol açtı.
Hitler, savaşın son döneminde tamamen kontrolden çıktı. Yahudi soykırımı ve diğer sistematik katliamlar hız kesmeden devam etti. 19 Mart 1945’te Almanya’daki sanayi, haberleşme ve ulaştırma altyapısının imhası emrini verdi. Ancak bu emri Silahlanma Bakanı Albert Speer uygulamayı reddetti.
Nisan 1945’te Sovyet orduları Berlin kapılarına dayandığında, Hitler’in komutanları onu kaçmaya ikna etmeye çalıştı. Ancak Hitler, “ya başkentte yaşarım ya da başkentte ölürüm” diyerek Berlin’de kalmaya kararlıydı. Bu sırada SS lideri Heinrich Himmler, Hitler’den habersiz olarak müttefiklerle teslim görüşmeleri yapma hazırlığındaydı. Aynı şekilde Hermann Göring de Führerbunker’a bir telgraf göndererek Hitler’in bağlantısının kesilmesi durumunda devletin başına geçeceğini bildirdi.
Hitler, iki en yakın adamı tarafından ihanete uğradığını düşündü. Derhâl ikisi için de ölüm emri verdi. Artık Heinrich Himmler ve Hermann Göring, Hitler’in gözünde vatan hainiydi.
30 Nisan 1945’te, Berlin sokaklarında şiddetli çatışmalar devam ederken Sovyet birlikleri Reichstag’a (meclis binası) yalnızca birkaç blok mesafeye kadar ilerlemişti. Aynı saatlerde, Adolf Hitler, uzun yıllardır birlikte olduğu Eva Braun ile önceki gün evlenmişti. Bu evlilikten sadece 36 saat sonra, çift birlikte Führerbunker’da intihar etti. Eva Braun siyanür kapsülü yutarken, Hitler ise hem siyanür aldı hem de başına ateş ederek yaşamına son verdi.
Hitler’in ve Braun’un cesetleri, bunker çalışanları tarafından beton avluya taşındı ve üzerine benzin dökülerek yakıldı. Sovyet birlikleri yalnızca birkaç yüz metre ötede yaklaşırken, ceset kalıntıları aceleyle gömüldü. Ancak kısa süre sonra Sovyet askerleri bu gömü alanını buldu ve cesetleri çıkararak kimlik tespiti için otopsiye götürdü. Kimlik doğrulaması, Hitler’in diş kayıtlarına bakılarak yapıldı.
Ceset kalıntıları, daha sonra Sovyet askeri istihbarat teşkilatı SMERSH tarafından defalarca farklı yerlere taşındı ve sonunda gizlice Almanya’nın Magdeburg kentinde gömüldü. Bu gizli mezarın varlığı yıllarca kamuoyundan saklandı. Nisan 1970’te, Doğu Almanya’daki Sovyet birlikleri bölgeden çekilme hazırlıkları yaparken, mezar tekrar açıldı. Kalıntılar tamamen yakıldı ve geride kalan küller, herhangi bir tören yapılmaksızın Elbe Nehri yakınlarına serpiştirildi.
Erwin Rommel 15 Kasım 1891'de Almanya'nın Ulm şehrine 45 km uzaklıktaki Heidenheim'da doğdu. 17 Kasım 1891'de de vaftiz edildi. Yerel çevrede ileri gelen bir ailenin kızı olan annesi Helena von Luz ve bir Protestan okulunda müdürlük yapan ve adını aldığı babası Prof. Erwin Rommel'in ikinci oğulları olarak dünyaya geldi.
Ernesto Guevara de la Serna, 14 Haziran 1928'de, Arjantin'in Rosario şehrinde, daha sonra 4 tane daha çocuğu olacak bir ailenin en büyük oğlu olarak doğdu.Ailesinin soyu İspanya ve İrlanda 'ya kadar dayanıyordu.
Hermann Otto Fegelein, 30 Ekim 1906'da Ansbach, Bavarya, Almanya'da dünyaya geldi. Küçük bir çocukken babasının Münih'teki binicilik okulunda çalıştı.
Bu web sitesi, deneyiminizi geliştirmek için çerezler kullanmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek çerez kullanımını kabul etmiş oluyorsunuz. Daha fazla bilgi için lütfen Gizlilik Politikamızı inceleyin.