SS'in Adamları: Heinrich Himmler

Tarih

3 Temmuz 2025

Heinirich Luitpold Himmler, 7 Ekim 1900 yılında Münih'te, Bavaryalı orta sınıf bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Babası Joseph Gebhard Himmler prestijli okul Wittelsbacher Gymnasium'da hem ortaokul öğretmeni hem de müdürdü.

Doğumu ve Gençlik Yılları

Heinrich Luitpold Himmler, 7 Ekim 1900 tarihinde Münih'te, Bavyeralı orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Joseph Gebhard Himmler, prestijli Wittelsbacher Gymnasium’da hem öğretmenlik hem de müdürlük yapıyordu. Annesi Anna Maria Himmler (kızlık soyadı Heyder) ise Roma Katolik inancına bağlı, son derece titiz bir kadındı. Heinrich’in Gebhard Ludwig Himmler (d. 29 Temmuz 1898) adında kendisinden büyük bir ağabeyi ve Ernst Hermann Himmler (d. 23 Ekim 1905) adında bir küçük kardeşi vardı. Okul çağındaki davranışları, diğer çocuklardan pek farklı değildi. Ailesi otoriter ve disiplinliydi; ancak çocuklarıyla yakından ilgilenmeyi de ihmal etmezlerdi.

Heinrich'e, vaftiz babası olan Bavyera kraliyet ailesinden Prens Heinrich von Wittelsbach’ın ismi verildi. Babası, Prens Heinrich’in özel öğretmeniydi. Bu yakınlık, Himmler’in hayatı boyunca rütbe ve hiyerarşiye karşı duyduğu hayranlığın temelini oluşturacaktı. 1910 yılında Münih ve Landshut’taki seçkin Gymnasium okullarında ortaöğrenimine başladı. Klasik edebiyat eğitimi aldı; ancak atletizm alanında pek başarılı olamadı. Buna rağmen derslerine özen gösterdi ve okul ödevlerini düzenli şekilde tamamladı. Babasının izinden giderek 10 yaşından 24 yaşına kadar günlük tuttu. Satranç oynamaktan, pul koleksiyonu yapmaktan, harpsikord çalmaktan ve bahçe işleriyle uğraşmaktan hoşlanıyordu. Ancak çocukluk ve ergenlik döneminde karşı cinsle iletişim kurmakta daima zorluk yaşadı.

Askerlik Umutları ve Ruhsal Dönüşüm

1914 yılında Birinci Dünya Savaşı başladığında, bu olay Heinrich’in günlüğünde “içinde bulunmak istediği” bir macera olarak yer aldı. Babasından, nüfuzlu tanıdıkları aracılığıyla kendisine subaylık yolunu açmasını istedi. Başta anne ve babası bu fikre karşı çıksa da, sonradan ikna oldular. Ortaokuldan mezun olduktan sonra, 1918 yılında 11. Bavyera Alayı’nda askeri eğitim almaya başladı. Ancak fiziksel açıdan yeterince atletik olmadığı için saha eğitimlerinde zorlandı. Aynı yıl savaş, Almanya'nın yenilgisiyle sona erdi. Versay Antlaşması’yla Almanya’nın askerî gücünün sınırlandırılması, Heinrich’in askerlik hayallerini suya düşürdü. Savaş hiç göremeden askeri kariyeri sona erdi.

1919 ile 1922 yılları arasında Münih’teki Technische Hochschule’de ziraat eğitimi aldı. Bu dönemde sade bir yaşam arzuluyordu. Ancak bir gün yemek yemeye gittiği lokantanın sahibinin kızını gördüğünde hayatının yönü değişmeye başladı. Günlüğünde bu olay şöyle yer aldı:

,,

"Düzgün bir adam bir kadını üç şekilde sever: Onu bir çocuk gibi azarlayarak, bazen mazereti olmadığında bile ceza verebilecek kadar; çünkü sevdiği için korumak ve büyütmek ister. Sonra onu bir eş gibi sever; sadık bir yoldaş olarak, hayatın savaşında yanında durabilecek bir dost gibi, ne olursa olsun terk etmeyecek biri gibi. Ve son olarak onu bir tanrıça gibi sever; ayakları öpülmeye layık, feminen bilgeliğiyle dimdik duran, en zor zamanlarda bile birkaç dakikalığına cennet huzuru sunabilecek biri gibi."

Dinden Uzaklaşan Bir Zihin, Askerliğe Saplanan Bir Ruh

Himmler aynı zamanda iyi bir satranç oyuncusuydu. Satranç oyununu, iki ülke arasında geçen savaşa benzetiyor ve akıllı olanın her zaman galip geleceğine inanıyordu. Münih Teknik Üniversitesi’ne devam ettiği yıllarda, dini inancı sarsılmaya başlamıştı. Günlüklerinde kendini inançlı bir Katolik olarak tanımlar, kiliseye asla sırtını dönmeyeceğini yazardı. Ancak zamanla Hristiyanlığa olan inancını yitirdi ve Tanrı’nın, Almanları dünyayı yönetmesi için yarattığına inanmaya başladı.

Bu süreçte askerlik fikrine saplantılı şekilde bağlandı. Günlüklerinde, eğer Almanya tekrar savaşa girmezse savaşan bir ülkenin saflarına katılacağını yazmıştı.

Kasım 1923’te, Adolf Hitler’in Beer Hall Putsch (Birahane Darbesi) girişimine katıldı. 1926 yılında, şiddetli bir fırtınadan kaçarken sığındığı otelin lobisinde, ileride eşi olacak kadınla tanıştı. Margarete Siegroth; sarışın, mavi gözlü, Heinrich’ten yedi yaş büyük, boşanmış ve Protestan bir kadındı. 3 Temmuz 1928’de evlendiler ve 8 Ağustos 1929’da tek çocukları olan kızları Gudrun dünyaya geldi. Himmler, kızını adeta taparcasına seviyordu ve ona sevgiyle “Püppi” (oyuncak bebek) diye hitap ediyordu.

Daha sonra Margarete bir erkek çocuk evlat edindi ancak Himmler, bu evlat edinme olayına hiçbir ilgi göstermedi. Heinrich ile Margarete’nin evliliği zor bir evlilikti. Heinrich, askerî ideolojiye olan takıntısı nedeniyle ailesine yeterince zaman ayıramıyordu. 1940 yılına gelindiğinde, çift boşanma süreciyle uğraşmaksızın fiilen ayrıldı.

İlerleyen dönemde Heinrich, orduda çalışan bir sekreterle ilişki yaşamaya başladı. Bu kadının adı Hedwig Potthast’tı. 1941 yılında görevinden ayrılan Potthast, Heinrich’in metresi oldu. Bu ilişkiden 1942 doğumlu Helge ve 1944 doğumlu Nanette Dorothea adlarında iki evlilik dışı çocuğu dünyaya geldi.

Hitler’in Emriyle: Ernst Röhm ve Tasfiyenin Anatomisi

Heinrich Himmler, 1925 yılında SS'e (Schutzstaffel) katıldı ve kısa sürede dikkat çeken bir disiplin ve bağlılık sergiledi. 1927 yılında “Reichsführer-SS” unvanını taşıyan konuma getirildi. Bu rütbeyi büyük bir ciddiyetle benimseyen Himmler, görevine titizlikle yaklaştı. SS Komutanı Erhard Heiden’in istifasının ardından, Himmler 1929 yılının Ocak ayında resmen “Reichsführer-SS” oldu. O dönemde SS'in yalnızca 280 üyesi vardı ve Nazi Partisi’nin paramiliter kolu olan SA (Sturmabteilung) bu sayının çok üzerindeydi.

Başlangıçta Himmler’in SA-Oberführer rütbesine terfi etmesi düşünülse de, 1929’dan sonra Reichsführer-SS unvanını kullanmaya devam etti. 1933 yılına gelindiğinde, Nazi Partisi Almanya'da iktidara yürümüş ve SS'in üye sayısı 52.000’i bulmuştu. Organizasyon büyüdükçe, katılım şartları da katılaştı. Örneğin, üyelerin Adolf Hitler’in “Aryan Herrenvolk” (Ari Üstün Irk) ideolojisine uygun Ari kökenli olması şart koşuluyordu.

Aynı dönemde Himmler, SA içinde Gruppenführer (grup komutanı) unvanını aldı. Yardımcısı Reinhard Heydrich ile birlikte, SS'i SA’dan ayırmak ve özgün bir yapılanma oluşturmak için sistemli bir strateji izlediler. İlk adım olarak, üniformalarda farklılığa gittiler. SS birlikleri için Hugo Boss tarafından tasarlanan siyah üniformalar sipariş edildi. SA ise 1933 sonbaharından itibaren kahverengi üniformalar giymeye başladı. Kısa süre sonra Himmler, “SS-Obergruppenführer und Reichsführer-SS” unvanına terfi ederek, SA’nın en üst düzey subaylarıyla aynı seviyeye ulaştı.

Himmler, Hermann Göring ve General Werner von Blomberg, SA’nın giderek kontrolsüzleşen yapısını ve lideri Ernst Röhm’ün artan etkisini büyük bir tehdit olarak görmeye başladı. Röhm, güçlü sosyalist görüşlere sahipti ve bunlara samimiyetle inanıyordu. Hitler ise siyasi taktiklerle iktidarı ele geçirmişti; ancak Röhm, devrimin henüz tamamlanmadığını düşünüyordu. Nazi liderleri, SA'nın kitlesel gücüyle bir darbe girişimine kalkışmasından endişe ediyordu.

Himmler ve Göring’in baskısıyla Hitler, Röhm’ün etkisiz hale getirilmesi gerektiğini kabul etti. Bu görevi Himmler, Göring, Heydrich, Kurt Daluege ve Walter Schellenberg üstlendi. 10 Haziran 1934’te, "Uzun Bıçaklar Gecesi" (Nacht der langen Messer) adıyla tarihe geçen operasyon başlatıldı. Ernst Röhm ve üst düzey SA liderleri, önceden hazırlanmış listelerle infaz edildi. Ertesi gün SS, Nazi Partisi’nden bağımsız bir yapı haline geldi ve Himmler’in Reichsführer-SS unvanı resmî bir ordu rütbesi olarak kabul edildi.

Reich Güvenliği ve Himmler’in Devletleşen SS’i

1936 yılına gelindiğinde, Heinrich Himmler’in Almanya’daki etkisi giderek artmaya başladı. Tüm "askeri nitelikli" güvenlik güçlerinin başına getirildi ve Ordnungspolizei gibi yeni kurulan merkezi SS organizasyonlarının da lideri oldu. Artık resmi olarak "Alman Polisi Şefi" konumundaydı. Ancak bu görevine rağmen üniformalı polis teşkilatının tam idaresi hâlâ elinde değildi.

Bu eksik güç, Himmler’in 1943’te İçişleri Bakanı olarak atanmasıyla tamamlandı. Böylece Himmler’in resmi unvanı "İçişleri Bakanı, Reichsführer-SS ve Alman Polisi Şefi" oldu. Resmi belgelerde bu unvan, kısaltma olarak RFSSuCdDPidMI şeklinde kullanılıyordu.

Daha 1934’te Himmler, politik polis gücünün de başına geçmişti. Bu yapıyı yeniden düzenleyerek "Gestapo" adını verdiği gizli polis teşkilatını kurdu. Gestapo personeli, Almanya’daki toplama kamplarının da yönetimini üstlendi. Ancak savaş öncesinde bu kampların asıl amacı gözaltı yerleri olarak tanımlanmıştı; toplama kampı işlevi ya da sistematik yok etme planı henüz resmî değildi.

1943 yılında, özellikle Stalingrad yenilgisinden sonra, Nazi Partisi içinde Gestapo’nun etkinliğine dair eleştiriler yükseldi. Parti, kendi iç güvenlik gücü olan Politische Staffeln'i kurdu ve böylece Gestapo’nun bazı bölgelerdeki hâkimiyeti zayıfladı.

1936’daki yetkilendirmesinden sonra Himmler, Almanya’daki siyasi olmayan dedektif birimlerinin yani "Kripo"ların da lideri olmuştu. Bu sivil suç soruşturma birimlerini, "Sicherheitspolizei" ile birleştirip, Reinhard Heydrich’in yönetimi altında toplamayı planladı. Ancak bu birleşme Reich (meclis) tarafından onaylanmadı ve Kripo tekrar sivil otoritenin denetimi altında kaldı.

İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte Himmler, Reichssicherheitshauptamt (Reich Güvenlik Ana Ofisi) adını taşıyan yeni bir çatı örgüt kurdu. Gestapo, Kripo ve Sicherheitsdienst (SD) bu yapının içine dahil edildi. Himmler bu merkez üzerinden Kripo üzerinde tam kontrol kurmaya çalıştıysa da, şiddetli muhalefetle karşılaştı ve bu planını hayata geçiremedi.

Bu dönemde SS, askeri bir kol oluşturmaya da başladı. Başlangıçta SS-Verfügungstruppe adıyla anılan bu birlik, daha sonra Waffen-SS olarak adlandırıldı ve SS’in savaş gücü haline geldi.

Toplama Kamplarının Kuruluşu ve Himmler’in Irkçı Vizyonu

"Uzun Bıçaklar Gecesi"nin ardından, SS-Totenkopfverbände (Ölüm Kafatası Tümeni) adlı özel SS birliğine Almanya’daki toplama kamplarını kurma ve yönetme görevi verildi. 22 Mart 1933’te Dachau'da açılan ilk kamptan sonra sistem hızla genişletildi. 1941'den itibaren, işgal altındaki Polonya'da imha kampları da kurulmaya başlandı. Bu kamplar, Nazi rejiminin ideolojik düşmanlarını ortadan kaldırma amacıyla işleyen ölüm merkezlerine dönüştü.

SS’lerin istihbarat kolu olan Sicherheitsdienst (SD), Yahudiler, Çingeneler, komünistler, şamanlar, homoseksüeller ve rejime muhalif diğer etnik, dini veya siyasi grupları tespit etmekle görevlendirildi. Bu insanlar, herhangi bir yargı süreci olmaksızın silah zoruyla kamplara gönderiliyordu. Himmler’in kişisel emriyle işleyen bu sistem, Nazi Almanyası’nın kurumsal soykırım mekanizmasının temelini oluşturdu. Böylece Himmler, Holokost’un başlıca mimarlarından biri hâline geldi.

Himmler, ırkçı Nazi ideolojisini "mistik semboller" ve "gizemci" anlatılarla süsleyerek, toplu cinayetleri ideolojik temellere oturtmaya çalıştı. Polonyalılar için ise daha farklı bir strateji uyguladı. Eğitimli ve entelektüel Polonyalılar hemen infaz ediliyordu. Geriye kalan ve "eğitilebilir" olarak görülen bireyler ise Alman çıkarları doğrultusunda kullanılmak üzere sistematik şekilde asimile edilmeye çalışılıyordu.

Himmler, Adolf Hitler’den bile daha fazla toplama ve savaş kampı kurulmasını sağladı. Bir gün, Polonya’da Yahudilerin infazını izlerken, kurbanlardan birinin kanı ve beyin parçalarının kendi paltosuna sıçraması üzerine, bu sürecin "daha hijyenik ve pratik" hale getirilmesi gerektiğini düşünmeye başladı. Bu düşünce, diğer SS subayları tarafından da desteklenince, sistematik gaz odaları fikri ortaya çıktı. Böylece kurşuna dizme yöntemi yerini gazla toplu infaza bıraktı. Bu değişim, aynı zamanda sürekli infaz yapan SS personelinde ortaya çıkan ağır psikolojik sorunları da azaltmayı hedefliyordu.

Himmler, dünyada yalnızca sarı saçlı ve mavi gözlü bir "üst ırk"ın yaşaması gerektiğine inanıyordu. Tavuk çiftliklerinde çalıştığı dönemde gözlemlediği seçici üretim yöntemlerini insana uyarlamak istiyor, bu ilkeyi Ari ırkın nüfusunu artırmak için kullanıyordu. Bu saplantı, insanlığı tek bir ırka indirgeme hayaline dönüşmüştü.

Heinrich Himmler, 4 Ekim 1943 tarihinde Poznań’da (Posen), SS generallerine yaptığı gizli konuşmada Yahudilere yönelik yürütülen yok etme politikasını açıkça dile getirdi. Bu konuşma, Nazi üst düzey yetkililerinden biri tarafından Holokost’un doğrudan itiraf edildiği ilk ve en net belgelerden biri olarak kabul edilir.

Konuşmada Himmler şöyle dedi:

,,

Burada sizlerle, tam bir açıklık içinde, gerçekten ağır bir konu hakkında konuşmak istiyorum. Bu, aramızda bir defaya mahsus açıkça dile getirilecek, fakat kamu önünde asla konuşulmayacak bir şeydir. Tıpkı 30 Haziran 1934’te* bize verilen emir doğrultusunda görevimizi yerine getirip, hata yapmış olan yoldaşlarımızı duvarın önüne dikerek vurduğumuz gibi – bu konuda hiçbir zaman konuşmadık ve asla konuşmayacağız. Bu, bizde doğal olarak var olan ve Tanrı’ya şükür hâlâ canlı olan bir incelik meselesiydi; aramızda bile bu konuda konuşmadık, tartışmadık. Hepimiz irkildik, ama hepimiz çok iyi biliyorduk ki, eğer emir verilirse ve gerekirse, bir dahaki sefere yine aynısını yapacağız.

Burada, Yahudilerin tahliyesinden, yani Yahudi halkının yok edilmesinden söz ediyorum. Bu, kolayca dile getirilen konulardan biridir: “Yahudi halkı yok edilecek” – her Parti üyesi böyle söyler. “Elbette, bu programımızda yer alıyor: Yahudilerin ortadan kaldırılması, yok edilmesi – yapılacak.” Sonra da gelirler, o 80 milyon değerli Alman; her birinin mutlaka “iyi” bir Yahudisi vardır. Elbette, diğerleri pisliktir ama şu biri ‘birinci sınıf’ bir Yahudi’dir. Böyle konuşanların hiçbiri, bunun nasıl gerçekleştiğini görmemiştir; hiçbiri bizzat bunu yapmak zorunda kalmamıştır. Sizin çoğunuz, yan yana yatan 100 cesedi, 500 cesedi, 1.000 cesedi görmenin ne demek olduğunu biliyorsunuz. Bu duruma dayanmak – ve insanî zayıflıklar hariç – onurumuzu koruyarak dayanmak, bizi sertleştirdi. Bu, tarihimizde yazılmamış ve asla yazılmayacak bir şeref sayfasıdır.

Biliyoruz ki, bugün – bombalamalar altında, savaşın çilesi ve yoksunluğu içinde – eğer Yahudiler hâlâ her şehirde gizli sabotajcılar, ajitatörler ve kışkırtıcılar olarak yaşamaya devam etselerdi, muhtemelen 1916–17 seviyesine geri dönmüş olurduk.

Onlarda bulunan tüm serveti ellerinden aldık. SS-Obergruppenführer Pohl tarafından yürütülen ve tamamen yerine getirilen kesin bir emir verdim: Bu servetin tamamı, hiçbir istisna olmaksızın Reich’a devredilecekti. Kendimiz için tek kuruş almadık. Bu emre rağmen hata yapan bireyler cezalandırıldı – başlangıçta verdiğim emir açıktı: Bu paradan bir Mark dahi alan ölecektir. Birkaç SS mensubu – sayıları fazla değildir – bu suçu işlemiştir ve öleceklerdir. Merhamet edilmeyecektir.

Bu halkı yok etme konusunda ahlaki hakkımız vardı – halkımıza karşı görevimizdi; çünkü bu halk bizi yok etmek istiyordu. Ama bunun üzerinden, bırakın bir kürk parçası, bir saat, bir Mark, bir sigara ya da başka bir şey yoluyla kişisel kazanç sağlamak gibi bir hakkımız yoktu. Nihayetinde, bir mikrobu yok ettiğimizde, onunla kirlenip kendimiz ölmek istemeyiz. Hatta küçük bir çürük noktanın bile gelişip yayılmasına seyirci kalmayacağım. Nerede oluşursa oluşsun, hep birlikte onu yakıp yok edeceğiz.

Her şeye rağmen şunu söyleyebiliriz ki, bu en zor görevi halkımıza duyduğumuz sevgiyle yerine getirdik. Ve içsel benliğimizde, ruhumuzda, karakterimizde herhangi bir zarar meydana gelmedi...

* [Açıklama:] 30 Haziran 1934 – “Uzun Bıçaklar Gecesi” olarak bilinen olayda, Ernst Röhm ve SA liderlerinin Nazi rejimi tarafından infaz edilmesi kastedilmektedir.

1945-1946 yılları arasında Nürnberg’de kurulan Uluslararası Askerî Mahkeme (IMT), Nazi savaş suçlularını yargılamak üzere oluşturulmuştu. Mahkemede sunulan binlerce belge arasında, Heinrich Himmler’in 4 Ekim 1943 tarihli Posen Konuşması da yer aldı. Bu konuşma, Holokost’un üst düzey Nazi liderleri tarafından açıkça planlandığını ve uygulandığını gösteren en güçlü belgelerden biri olarak kabul edildi.

Konuşmanın orijinal Almanca metni ve İngilizce çevirisi, belge 1919-PS numarasıyla kayıt altına alındı ve “Nazi Conspiracy and Aggression” başlıklı resmi ciltlerin dördüncüsünde yayımlandı. Bu belge, soykırımın Nazi politikası olduğunu kanıtlayan doğrudan itiraf olarak sunuldu.

Mahkemede savcılık adına konuşan ABD Başsavcısı Robert H. Jackson, bu konuşmayı delil olarak gösterdi ve Himmler’in şu ifadelerine dikkat çekti:

,,

Bu görev (Yahudilerin yok edilmesi) hakkında hiçbir zaman konuşulmamalı. Birlikte üstlendiğimiz bu görev bizim için bir onur sayfasıdır.

Jackson, bu satırları okuduktan sonra jüriye dönerek şöyle dedi:

,,

Eğer bu belgeler Nazi liderlerinin suçlarının planlı ve bilinçli olduğunu göstermiyorsa, başka hiçbir şey gösteremez.

Konuşma, doğrudan Himmler tarafından yapılmış olsa da, Hitler’in bilgisi ve onayı olmadan gerçekleşmeyeceği vurgulanarak, Nazi hiyerarşisinin en tepesinin soykırımdan haberdar olduğu tezi desteklendi.

Bu belge aynı zamanda Rudolf Höss gibi Auschwitz komutanlarının tanıklıklarıyla da desteklendi. Höss, Himmler’in emirlerini doğrudan aldığını ve Posen Konuşması’ndaki planın birebir uygulandığını söyledi.

Sonuç olarak: Posen Konuşması, Nazi rejiminin Yahudi Soykırımı’nı sistematik bir devlet politikası olarak yürüttüğünün en açık delillerinden biri olarak tarihe geçti ve Nürnberg’deki birçok ölüm cezası kararının hukuki temelini oluşturdu.

Kaynak: Nazi Conspiracy and Aggression, Volume IV, Document 1919-PS. U.S. National Archives; Wikisource

Yıkıma Giden Güç: Himmler’in Son Hamleleri ve Parti İçi Çatışmalar

1941 yılında Sovyetler Birliği'nin işgalinden önce Heinrich Himmler, SS birliklerini "Yahudi Bolşevizmi"ne karşı hazırlamaya başladı. Her zaman Orta Çağ Avrupası ile Nazi Almanyası arasında paralellik kurmayı seven Himmler, farklı Avrupa ülkelerinden gönüllüler topladı. Danimarka, Norveç, İsveç, Hollanda, Belçika, Fransa ve İspanya'dan gelen gönüllülerin yanı sıra, işgal altındaki Ukrayna, Letonya, Litvanya ve Estonya'dan da birçok kişi SS saflarına katıldı.

Himmler’in planı, "ateist Bolşevik güçleri" Alman olmayan halkları kullanarak yok etmekti. Bu gönüllülerin bir kısmı, Kızıl Ordu’nun işgal ettiği bölgelerde daha önce polis olarak çalışan kişilerdi. Sovyet ilerleyişinden kaçanlar, Nazilere katılarak savaşta yer aldılar. Başlangıçta fanatik bir bağlılıkla savaşsalar da, özellikle Baltık cephesindeki Waffen-SS birlikleri içinde, zamanla Himmler’in emirlerine olan inançları zayıfladı.

1942’de, Himmler’in sağ kolu olan Reinhard Heydrich, Prag’da Çek direniş kuvvetleri tarafından öldürüldü. Bu suikasta karşılık olarak Himmler, Lidice köyündeki tüm erkek nüfusun infaz edilmesini emretti. Ertesi yıl, Himmler resmen Almanya İçişleri Bakanı oldu. Bu gelişme, onu rakip siyasetçilere karşı daha da güçlendirdi. Parti içinde kendisini “kıskananlar” olarak tanımladığı liderlere karşı operasyonlar başlattı. Ancak bu girişimler, Hitler’in genel sekreteri ve partinin etkili figürü Martin Bormann tarafından fark edilerek durduruldu. Hitler de bu hamleleri pek hoş karşılamadı.

İçişleri Bakanı olduktan sonra Himmler, “Ersatzheer” (Yedek Ordu) komutanlığına atandı. Buradaki yetkilerini suistimal ederek, birçok askeri ve polisi doğrudan Waffen-SS'e transfer etti. Parti içindeki birçok lider, bu davranışları onaylamıyor; ancak Bormann, kendisine karşı kullanılabilecek bu açıkları not almak yerine görmezden gelmeyi tercih ediyordu. Sessizliği bile Himmler’i durdurmaya yetmedi. Zamanla fısıltılar protestolara dönüştü ve parti içindeki desteğini kaybetti. Parti artık Bormann’ı asıl güç olarak görmeye başlamıştı.

20 Temmuz 1944’te, Hitler'e karşı yapılan başarısız suikast girişimi sonrasında Abwehr (askerî istihbarat) içinde kargaşa çıktı. Amiral Wilhelm Canaris, Abwehr’in kapatılıp istihbarat işlevlerinin Himmler’in kontrolündeki SD’ye verilmesini önerdi. Bu gelişme, Himmler’in düşen gücünü yeniden toparlaması anlamına geliyordu. Ancak bazı liderler bu güç oyununu erken fark etti ve soruşturma başlattı.

Soruşturmalar sonucunda Himmler ile birlikte birçok SS subayının komplonun parçası olduğu ortaya çıktı. Hatta bazı SS liderleri bile Himmler'e karşı komplo kurmaya başlamıştı. Himmler’in Martin Bormann’a karşı güç mücadelesini kaybedeceğine inananlar arasında, Heydrich’in yerine RSHA (Reich Güvenlik Ana Ofisi) başkanı olan Ernst Kaltenbrunner ve Gestapo şefi Heinrich Müller de vardı.

1944’ün sonlarında Himmler, Upper Rhine cephesinde bir Wehrmacht garnizonunun komutasına getirildi. Bu birlik, Alsace bölgesinde ABD 7. Ordusu ve Fransa 1. Ordusu’na karşı savaş veriyordu. Garnizon, Sovyetler’in Vistül-Oder Taarruzu sonrasında dağılan Wehrmacht'ın ardından, 1945 yılı başlarına kadar direndi. Ardından Hitler, Martin Bormann’ın tavsiyesiyle Himmler’i yeni kurulan Vistula Ordusu’nun başına atadı. Ancak hiçbir savaş deneyimi olmayan Himmler, görevini kısa sürede General Gotthard Heinrici’ye devretmek zorunda kaldı.

Savaşın sonlarına doğru, Himmler birçok çevrede Hitler'in yerine geçebilecek lider olarak görülmeye başlandı. Ancak savaş sonrası belgeler ve Hitler’in kendi ifadeleri, onun Himmler’i asla halefi olarak düşünmediğini gösterdi. Aksine, müttefiklerle gizli barış görüşmeleri yürüttüğü gerekçesiyle, onu vatana ihanetle suçladı. Bu nedenle, Himmler’in Führer olarak atanması artık söz konusu değildi.

SS’in Sonu: Himmler’in İhaneti ve İntiharı

1944 kışında Heinrich Himmler’in emrindeki Waffen-SS birlikleri yaklaşık 910.000 kişilik güce ulaşmıştı. Allgemeine-SS ile birlikte, yalnızca kâğıt üzerinde de olsa toplam 2 milyon üyeden oluşan dev bir yapı hâline gelmişti. Ancak 1945 ilkbaharına gelindiğinde, Himmler artık Almanya'nın zaferinden şüphe duymaya başlamıştı. Özel doktoru Felix Kersten ve SS subayı Walter Schellenberg ile yaptığı görüşmeler sonrasında, Nazi rejiminin ayakta kalmasının tek yolunun İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri ile yapılacak bir barış anlaşması olduğuna inandı.

Bu doğrultuda, İsveçli diplomat Kont Folke Bernadotte ile Hollanda sınırındaki Lübeck kentinde gizli temaslara başladı. Himmler’in planı, Batı ile barışı sağlamak ve ardından Sovyetler Birliği ile ABD’nin birbirleriyle savaşmasını izlemekti. Ancak Adolf Hitler, bu girişimden haberdar olunca Himmler’i vatan haini ilan etti ve 29 Nisan 1945’te, intiharından yalnızca bir gün önce tüm yetkilerini ve rütbelerini elinden aldı.

Hitler’in ardından başa geçen Joseph Goebbels, Himmler’le yıllardır süren kişisel çekişmesini bu şekilde sonlandırdı. Aynı dönemde Hermann Göring de benzer nedenlerle vatan haini ilan edildi. O sırada Himmler hâlâ Reichsführer-SS, Alman Polisi Şefi, İçişleri Bakanı, Volkssturm Komutanı, Vatan Ordusu Komutanı ve Hükümet Temsilcisi unvanlarını taşıyordu.

Ancak Bernadotte ile yapılan görüşmeler başarısız oldu. Berlin’e de dönemeyen Himmler, kuzey Almanya’daki Plön civarına geçerek, o sırada Alman kuvvetlerinin başkomutanı olan Amiral Karl Dönitz'e katılmak istedi. Fakat Dönitz, onu derhâl reddetti ve Nazi hükümetinde kendisine yer olmadığını açıkça belirtti.

Hayatta kalma çabaları sonuçsuz kalan Himmler, bu kez ABD'ye iltica etmeye çalıştı. General Dwight D. Eisenhower’ın karargâhıyla gizlice iletişime geçti ve Nazi lideri olarak yargılanmaması hâlinde Almanya’yı müttefiklere teslim edeceğini söyledi. Ancak yaptığı başvuru, akıl sağlığıyla ilgili soru işaretleri doğurdu. Eisenhower’a, kendisini karşılamak için Nazi selamı mı vermesi gerektiğini yoksa elini mi sıkması gerektiğini sorması, durumunu özetliyordu. Eisenhower, Himmler’le hiçbir şekilde muhatap olmayı reddetti.

Müttefikler tarafından istenen bir savaş suçlusu hâline gelen Himmler, gizlenmeye çalıştı. Flensburg’da günlerce saklandı ve kendisini “Gizli Ordu Polis Şefi” olarak tanıttı. İsmini Heinrich Hitzinger olarak değiştirdi, bıyığını traş etti ve sol gözüne bant takarak kimliğini gizlemeye çalıştı. Hedefi, sahte belgelerle Bavyera’ya dönmekti.

Ancak bu plan da başarısız oldu. Bremen’deki İngiliz ordusu, sahte belgeleri ele geçirdi. 22 Mayıs 1945’te Çavuş Arthur Britton tarafından tutuklandı ve kısa sürede gerçek kimliği ortaya çıktı. Yargılanmak üzere Nürnberg'e sevk edilmeden önce Lüneburg'da tutuldu. Burada, SS subaylarına daha önce verilen özel bir potasyum siyanür kapsülünü yutarak intihar etti. Bu kapsüller, Holokost’tan önce bazı SS subaylarının dişlerine yerleştirilmişti ve olağanüstü durumlarda kullanılmak üzere hazır tutuluyordu.

Himmler’in son sözleri “Ich bin Heinrich Himmler!” (Ben Heinrich Himmler!) oldu. Cesedi, kısa sürede gizlice yakıldı ve Lüneburg Heath bölgesine isimsiz bir mezara gömüldü. Mezarının yeri günümüzde de bilinmemektedir.

ODESSA’dan İngiliz Arşivlerine: Himmler’in Ölümüne Dair Şüpheler

Heinrich Himmler’in 1945 yılında Lüneburg’da intihar ettiğine dair resmî anlatıya rağmen, ölümüne ilişkin yıllar içinde çeşitli iddialar ortaya atıldı. Bu iddiaların merkezinde, intihar eden kişinin aslında Himmler olmadığı ve ona benzeyen bir başka şahsın yerine öldüğü savı yer aldı.

Bu teorilerden biri, savaş sonrası faaliyet gösteren ODESSA (Organisation der ehemaligen SS-Angehörigen – Eski SS Üyeleri Derneği) adlı gizli yapının iddialarıyla farklı bir boyuta ulaştı. ODESSA'ya göre Himmler, intihar etmemiş; Avusturya’nın kuzeyinde, Viyana’ya yakın Waldviertel bölgesindeki küçük bir köy olan Strones’a kaçmıştı. Burası aynı zamanda Alois Hitler’in doğum yeri olmasıyla dikkat çekiyordu. İddiaya göre Himmler burada sürgündeki bir SS birliğini gizlice yönetmeye devam etmişti.

Bu iddialar, 2001 yılında İngiliz yazar Hugh Thomas tarafından yayımlanan SS-1: The Unlikely Death of Heinrich Himmler adlı kitapta detaylandırıldı. Thomas, Himmler’in otopsi raporuna eriştiğini ve ceset üzerinde yapılan detaylı incelemelerde, Himmler’in çocukluğunda eskrim yaparken sol yanağında oluşan karakteristik yara izinin raporda yer almadığını öne sürdü. Kulak kıllarına kadar detay verilen raporda bu kadar belirgin bir izden bahsedilmemesi, Thomas’a göre Himmler’in gerçekten ölmediğini kanıtlıyordu.

Amerikalı yazar Joseph Bellinger, Himmler’s Death (Himmler’in Ölümü) adlı kitabında, Himmler’in İngilizler tarafından Mayıs 1945’te suikasta kurban gittiğini ileri sürdü. Bu teoriye göre Himmler, Müttefikler ile yapılacak bir iş birliği ya da barış planı nedeniyle İngiliz askeri yetkilileri için büyük bir tehdit haline gelmişti ve bu nedenle ortadan kaldırılmıştı.

Bir başka tartışmalı iddia ise Martin Allen’ın Himmler’s Secret War (Himmler’in Gizli Savaşı) adlı eserinde yer aldı. Allen, İngiliz istihbarat arşivlerinden elde ettiği belgelerle, Himmler’in öldürülmesinin arkasında İngilizlerin olabileceğini savundu.

İngiliz tarihçi David Irving ise Himmler’in İngiliz soruşturmacılar tarafından dövüldüğünü, daha sonra öldürüldüğünü ve hatta burnunun kırıldığını iddia etti. Irving’e göre, Himmler’in ölümü intihar değil, bir işkence ve infazdı.



Diğer Yazılar


Bu web sitesi, deneyiminizi geliştirmek için çerezler kullanmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek çerez kullanımını kabul etmiş oluyorsunuz. Daha fazla bilgi için lütfen Gizlilik Politikamızı inceleyin.